Hilmi Yavuz
Kimliğini inşa eden ne varsa neredeyse tümüyle hâk ile yeksan edilmiş olan bir şehrin tepelerinden birine cami veya en büyük meydanına Topçu Kışlası yapılmış veya yapılmamış, ne fark eder?
Bu şehirde, İstanbul’da yaşamanın ne anlama geldiğinin
sorgulanması gerekiyor:
Niçin bu şehirde yaşıyorum? Nereye gidersem gideyim, Kavafis
gibi söylersem, bu şehir beni takip ediyor mu gerçekten? Bir ‘imtidâd’ın mekânı
mı İstanbul? Değişerek devam eden ya da devam ederek de değişen bir mekân mı bu
şehir?
Bu soruların hiç birine olumlu bir cevap veremiyorum ve
tastamam bu nedenle de benim için İstanbul’da yaşamanın hiçbir anlamı yok
artık… Anlamsızlığın, ayrıca bu şehirde yaşamaya değil, doğrudan doğruya
İstanbul’un kendisine ilişkin olduğunu biliyorum: Anlam yoksunu bir şehir
burası! Ne tarihiyle, ne doğasıyla ne de insanıyla bir süreklilik ve devamlılık
göstermeyen bir şehrin, o şehre bir anlam atfetmeyi mümkün kıldığını öne
sürmek, düpedüz safdilliktir, başka bir şey değil!
Bunları niçin anlatıyorum, söyleyeyim:
Çamlıca’da cami yapılmasına, Taksim’de Topçu Kışlası’nın
yeniden inşasına itiraz etmeyi, fevkalâde anlamsız buluyorum da ondan!
Kimliğini inşa eden ne varsa neredeyse tümüyle hâk ile yeksan edilmiş olan bir
şehrin tepelerinden birine cami veya en büyük meydanına Topçu Kışlası yapılmış
veya yapılmamış, ne fark eder? Söyler misiniz lütfen? Ne fark eder?
“Ne kurtarırsak kârdır” diye düşünen iyi niyetli
arkadaşlarımızı anlıyorum. Onların çabalarını değerli, fakat anlamsız
buluyorum. Sivil toplum girişimlerinin bugüne kadar, politik toplumun
dayatmaları karşısında hiçbir etkisi olmadığını da biliyorum elbet! Osmanlı
payitahtından kalan camileri ve saraylarının yıkılıp yok edilmeleri sözkonusu
olmasa da, geleneksel ve zarif silûetleriyle İstanbul’a bağışladıkları
geleneksel dantelsi görünüm bile yaşanmıyor artık…
Bu, Yahya Kemal’in deyişiyle, ‘kör kazma’nın İstanbul’un
harîm-i ismetine ne ilk tecavüzüdür, ne de, hiç şüphesiz, sonuncusu olacaktır.
Tıpkı, Antik Grek mitolojisindeki Theseus’un gemisinin değişen tahtalarının,
gemiyi Theseus’un gemisi olmaktan çıkarması gibi, İstanbul’un değişen değil,
kör kazmayla değiştirilen yapısı da, İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkarıp bir
‘ucube’ye dönüştürdü. Burası başka bir şehir sanki, İstanbul değil! Peki var
mıydı İstanbul? Yılmaz Gruda’nın biş şiirinden bir bölüm hatırlıyorum:
‘İstanbul mu, diyor / Yoktu ki olsun!’
İhmal, ihmal, ihmal! Bakınız, gelişigüzel ve özensizce
döşenmiş yaya kaldırımlarında yürürken bile birdenbire ötekilere göre daha
yüksek, taş mı, parke mi, ne idüğü belirsiz, ince tuğla görünümlü o garip
nesnelerden birine, ayağınızın takılmasıyla düşüp bir yerinizi kırma ihtimalini
[-ki, fevkalâde yüksek bir ihtimaldir!] bir yana bırakalım, ansızın çıkıp
süratle üzerinize gelen bir kurye motosikletinden de, can havliyle kenara
çekilip kurtuldunuz diyelim, köşebaşında pusuya yatmış tinercinin saldırısına
uğramadan evinize sağ salim varmış olmanız bir mucizedir! Evet, abartmıyorum,
bir mucize!
Otomobilini yıkayıp kirli suyunu ana yola dökenlere
içerleseniz bile, bir maganda yumruğuyla çenenizin dağılmasını istemediğiniz
için sessizce geçerken, ya da kalabalık bir caddede bir sırt çantasının veya
bir omuzun ‘darbe-i ma’kûs’una maruz kalarak kenara savrulmanız işten bile
değilken; veya dar bir kaldırımda, meselâ Taksim’den Cihangir’e yürümek
cesaretini gösterip, yaya kaldırımı diye bir şey mevcut olmadığından mecburen
caddeye inmek durumunda kaldığınız anda, bir taksinin altında ezilmediyseniz,
kendinizi talihli sayabilirsiniz…
İstanbul, bir taşra şehrine dönüşüyor ve bu taşra şehrinde
Süleymaniye Camii veya Topkapı Sarayı bir anakronizma olarak duruyorlar. Onlar,
bu şehrin yerlileri değildirler uzun bir süredir; bu şehirde gurbettedirler … Evet,
gurbette!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder