29 Eylül 2018 Cumartesi

İstanbul mu? O Nerede?


Hilmi Yavuz
Kimliğini inşa eden ne varsa neredeyse tümüyle hâk ile yeksan edilmiş olan bir şehrin tepelerinden birine cami veya en büyük meydanına Topçu Kışlası yapılmış veya yapılmamış, ne fark eder?

Bu şehirde, İstanbul’da yaşamanın ne anlama geldiğinin sorgulanması gerekiyor:

Niçin bu şehirde yaşıyorum? Nereye gidersem gideyim, Kavafis gibi söylersem, bu şehir beni takip ediyor mu gerçekten? Bir ‘imtidâd’ın mekânı mı İstanbul? Değişerek devam eden ya da devam ederek de değişen bir mekân mı bu şehir?

Bu soruların hiç birine olumlu bir cevap veremiyorum ve tastamam bu nedenle de benim için İstanbul’da yaşamanın hiçbir anlamı yok artık… Anlamsızlığın, ayrıca bu şehirde yaşamaya değil, doğrudan doğruya İstanbul’un kendisine ilişkin olduğunu biliyorum: Anlam yoksunu bir şehir burası! Ne tarihiyle, ne doğasıyla ne de insanıyla bir süreklilik ve devamlılık göstermeyen bir şehrin, o şehre bir anlam atfetmeyi mümkün kıldığını öne sürmek, düpedüz safdilliktir, başka bir şey değil!

Bunları niçin anlatıyorum, söyleyeyim:

Çamlıca’da cami yapılmasına, Taksim’de Topçu Kışlası’nın yeniden inşasına itiraz etmeyi, fevkalâde anlamsız buluyorum da ondan! Kimliğini inşa eden ne varsa neredeyse tümüyle hâk ile yeksan edilmiş olan bir şehrin tepelerinden birine cami veya en büyük meydanına Topçu Kışlası yapılmış veya yapılmamış, ne fark eder? Söyler misiniz lütfen? Ne fark eder?

“Ne kurtarırsak kârdır” diye düşünen iyi niyetli arkadaşlarımızı anlıyorum. Onların çabalarını değerli, fakat anlamsız buluyorum. Sivil toplum girişimlerinin bugüne kadar, politik toplumun dayatmaları karşısında hiçbir etkisi olmadığını da biliyorum elbet! Osmanlı payitahtından kalan camileri ve saraylarının yıkılıp yok edilmeleri sözkonusu olmasa da, geleneksel ve zarif silûetleriyle İstanbul’a bağışladıkları geleneksel dantelsi görünüm bile yaşanmıyor artık…

Bu, Yahya Kemal’in deyişiyle, ‘kör kazma’nın İstanbul’un harîm-i ismetine ne ilk tecavüzüdür, ne de, hiç şüphesiz, sonuncusu olacaktır. Tıpkı, Antik Grek mitolojisindeki Theseus’un gemisinin değişen tahtalarının, gemiyi Theseus’un gemisi olmaktan çıkarması gibi, İstanbul’un değişen değil, kör kazmayla değiştirilen yapısı da, İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkarıp bir ‘ucube’ye dönüştürdü. Burası başka bir şehir sanki, İstanbul değil! Peki var mıydı İstanbul? Yılmaz Gruda’nın biş şiirinden bir bölüm hatırlıyorum: ‘İstanbul mu, diyor / Yoktu ki olsun!’

İhmal, ihmal, ihmal! Bakınız, gelişigüzel ve özensizce döşenmiş yaya kaldırımlarında yürürken bile birdenbire ötekilere göre daha yüksek, taş mı, parke mi, ne idüğü belirsiz, ince tuğla görünümlü o garip nesnelerden birine, ayağınızın takılmasıyla düşüp bir yerinizi kırma ihtimalini [-ki, fevkalâde yüksek bir ihtimaldir!] bir yana bırakalım, ansızın çıkıp süratle üzerinize gelen bir kurye motosikletinden de, can havliyle kenara çekilip kurtuldunuz diyelim, köşebaşında pusuya yatmış tinercinin saldırısına uğramadan evinize sağ salim varmış olmanız bir mucizedir! Evet, abartmıyorum, bir mucize!

Otomobilini yıkayıp kirli suyunu ana yola dökenlere içerleseniz bile, bir maganda yumruğuyla çenenizin dağılmasını istemediğiniz için sessizce geçerken, ya da kalabalık bir caddede bir sırt çantasının veya bir omuzun ‘darbe-i ma’kûs’una maruz kalarak kenara savrulmanız işten bile değilken; veya dar bir kaldırımda, meselâ Taksim’den Cihangir’e yürümek cesaretini gösterip, yaya kaldırımı diye bir şey mevcut olmadığından mecburen caddeye inmek durumunda kaldığınız anda, bir taksinin altında ezilmediyseniz, kendinizi talihli sayabilirsiniz…

İstanbul, bir taşra şehrine dönüşüyor ve bu taşra şehrinde Süleymaniye Camii veya Topkapı Sarayı bir anakronizma olarak duruyorlar. Onlar, bu şehrin yerlileri değildirler uzun bir süredir; bu şehirde gurbettedirler … Evet, gurbette!

Hiç yorum yok: